AKLIMDAN GEÇENLER: Kimlik

Herkese merhaba,





Almanya'da  yaşadığım süre her yeni tanıştığım insan adımı duyunca bir an afallayıp bunun gibi diyaloglar yaşıyordum:
"Aaa, siz yabancı mısınız? Hiç fark edilmiyor. Hangi millettensiniz?...
 Türk mü?? Hiç benzemiyorsunuz." 
"Sizce bir Türk neye benzemeli??"
"Bilmem, siz baya avrupayi bir tipsiniz. Genelde Türkler daha asyalı görünüme sahiptirler ya... (aslında şalvarlı, köy tipi, esmer, başörtülü ve tarzanca konuşan birini kastediyor ; beni modern giyinimli ve şivesiz almanca konuştuğum için bu kalıba sokamadı yazık...)."
"Öyle bir genelleme yaparsanız daha çok hayretler yaşarsınız."
" Eh olabilir... Şeyyy aslında merak ettiğim bir konu var. Siz doğma büyme almanyalı olarak ( Evet, "Alamancı" kelimesi sadece Türkiye'de yaşayan toplumun bir uydurması. Almanlar bize başka kategori açtılar sağolsunlar) kendinizi nasıl hissediyorsunuz?"
" Gayet iyi ve rahat :)"
" Yok onu kastetmedim. Demek istediğim kendinizi daha fazla Alman olarak mı yoksa Türk olarak mı hissediyorsunuz? Vatanınız burası mı yoksa orası mı?"

Gel de ciddi ciddi cevap ver ...

Bu soruya nasıl bir yanıt bekliyorsun şimdi benden??  Yüzüme sanki dünyayı sarsacak bir yanıt verecekmişim gibi bakınca neredeyse gülme krizine girecektim her seferinde. 
Aslında bu soruyu sormak ile haksız da sayılmaz. O kişi hiç kimliğini sorgulayacak duruma gelmemiş ki. Ne yani, siz  bunu garipsiyor musunuz? Eminim ki çoğunuz tabiiki kendini bir Türk olarak hissediyor diyecektir. 
Yanılıyorsunuz. 
Aaaaa bu alamanlaşmış iyice diyen teyzeleri duyar gibiyim :))
Hemen de paniklemeyin, kendimi bir alman olarak da hissetmiyorum.
Nasıl yaaaniii??
Empati gücünüzü zorlayarak sadece bu kadarını söyleyeceğim: 
Ben kendimi bildim bilesi iki kültürün arasında bir konumda gördüm ve görmeye devam ediyorum. Bunun sorumluluğunu hayatın getirdiği tecrübeler üstleniyor.
Almanya' da büyüp ve oradaki hayata ayak uydurmamak olacak şey değil. Çocukken kendimi hep yarım hissetmiştim. Türk kimliği ile hiç yaşamadığım bir ülkenin örf ve adetleri ile yetişmek ama evden dışarı çıkınca bambaşka bir kültüre adapte olup yaşamak gerçekten kimliğini bulma sürecinde çok sorun yaratıyor. 
Tabiiki ben tek değildim. Benim gibi orada yaşayan binbir milletten oluşan arkadaş gurubumun mensupları da aynı soru işaretleri ile ortalıkta geziniyorlardı. İtalyan, Yunan, Sırp, Rus, Tunuslu, İspanyol ve diğer uyruklu arkadaşlar farklı sebepler ile Almanya' ya gelip de kimlik krizine girmişlerdi. En azından her iki ülkeye ait kimliklerimiz vardı. Bu özellikle ikinci kuşak için geçerliydi. 
Ebeveynler genelde geçici bir süre kalıp dönmeyi planladıkları için, geldikleri ülkelerin yaşam tarzına devam etmekte ısrarlı olurlardı. Süre uzadıkça da o kimliklerini kaybetmemek için yeni nesilin bu yabancı kültürüne mesafeli olmasını baskı yolu ile sağlamaya çalışıyorlardı. Ailem açık görüşlü olduğu için hiçbir zaman kısıtlama yaşamadım ve kendime bir ''ara kimlik'' oluşturdum: İki bağdaşması güç gibi gözüken kültürü harmanlayıp benim için yaşanması en uygun şekili oluşturdum. Belki de bir ''dünya insanı'' oluverip çıktım . Yaşa ve yaşamaya izin ver felsefesi ile herkesin kültürüne ve yaşama stiline saygı duyan birey olarak ne türklüğümü kaybettim ne de almanlara yabancı gözüktüm. Tabiiki arada çakışan noktalar oluyor ama ben kendimce onları duruma göre uyarlayıp en az sorunlu hale getirdim. 
Kimliğini arayan okuyucularıma küçük bir ipucu vereyim: Arayışta iken daima içinzdeki sese kulak verin. Onlar ne düşünür değil de ben ne şekilde rahatım diye seçimlerinizi yapın. Ve çok aykırı düşmemeye özen gösterin. Ne de olsa hep beraber barış içinde dünyamızı paylaşmak istiyoruz ve aşırı bencillik bunu imkansız kılar...
   

KİTAPGÜNLÜĞÜM: Son zamanlar okuduğum kitaplar

Herkese merhaba,

kitap okumak başlıca hobilerimden biridir. Konu ve kategori olarak farklı eserleri tercih ederim. Bu sefer de 4 ayrı kitaptan bahsedeceğim.  Gerçi son zamanlarda okuduğum daha iki kitabı da eklemem gerekiyordu ama özellikle bir tanesi için ayrı bir yazı hazırlamak istiyorum. Bu postu kısa tutuma çabası ile sizi değerlendirmeler ile baş başa bırakıyorum...



**Gabriel Garcia Marquez - Kırmızı Pazartesi**







"Halam Wenefrida Márquez, ırmağın öte yanındaki evinin avlusunda bir tirsi balığının pullarını temizlemekle uğraşıyordu, Santiago Nasar’ın eski rıhtımın merdivenlerini inip kendinden emin adımlarla evine doğru yürüdüğünü görmüştü.
Santiago, yavrum!” diye bağırmıştı. “Neyin var?”
Santiago Nasar onu tanımıştı. “Beni öldürdüler, Wene Hala.” demişti.
Son basamakları tökezlemiş ama hemen kendini toparlamıştı. “Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkelemek titizliğini bile gösterdi.” dedi Wene halam. Sonra saat altıdan beri açık olan arka kapıdan evine girmiş, mutfağın içine yüzükoyun yığılıp kalmıştı."






"Kırmızı Pazartesi" oldukça ilginç bir konuya değiniyor. Özet olarak Santiago Nasar adında kurbanın Angela Vicario tarafından bekaretinin kaybetmesine sebep olarak gösterilir. Angela bir gün evvel çok zengin ve bir o kadar esrarengiz Bayardo San Roman ile evlenip bakire olmadığı ortaya çıkınca ailesine iade edilip olaylar gelişmeye başlar. Röportaj şeklinde yazılmış olup yazarın olayları farklı bakış açılardan göstererek ortak sorunun altını daha da vahim şekilde çizer. Namus cinayetinin işleneceğinden haberdar olup onun gerçekleşmemesi için neredeyse hiçbir çaba sarf etmeyen bir toplumun öyküsü bize yabancı gelmiyor. 
Planlanmış cinayetin fıtratında ne vardır?
Genel olarak cinayeti işleyen ve varsa tayfası dışında, doğal olarak özellikle kurbanın bundan haberdar olmamasına özen gösterilir. 
Ama göz göre göre işlenen ve bundan istisnasız herkesin haberi olması sosyo- kültürel olarak nasıl bir topluma işaret ettiğini söyleyebilir miyiz? Namus cinayeti olduğu için kadının rolü yaşadığımız ülkeninkine şaşırtıcı derecede benziyor: 
Kadınlar evlenmek için yetiştirilip acı çekmek için yaşıyorlar. Erkekler de bu durumdan gayet hoşnutlar. 
Tanıdık geldi ,değil mi?
Cinayeti işleyen namus koruyucu kardeşler aslında cinayeti durdurmaya kalkan birisi çıkıp onları engellesin diye çabaladıkları halde yozlaşmış toplum seyirci kalmayı tercih ediyor ( toplumumuz ile aralarında paraleller göz ardı edilmiyor). 
Ayrıca namus cinayetinin bir günah değil tam aksine tanrının kanunlarına göre hareket edip işleyenin masum olduğunu öne sürüyorlar.
Bunun dışında "Kırmızı Pazartesi" bir cinayet romanıdır. Alıştığımız gibi fikir yürütüp cevabını bulmaya çabaladığımız soru "Kim cinayeti işledi?" değil "Nasıl öldürüldü?" dir. Ve emin olun ki ipuçları bolca olduğu halde sonuna kadar tam olarak nasıl öldürüldüğü ustalıkla gizlenmiştir. Detektifçilik oynarken ara ara not alıp o şekilde cevabın doğrusunu bulacaksınız.



Puanım: 4/5  


**Rhonda Byrne - The Secret/ Sır **




Bir zamanlar dünya çapında devrim yaratan kitapların arasına girmişti bu eser. Devrim deyince edebiyat dünyasını sarstığından değil, içeriğinin insanlara yön gösterip hayatlarını şekillendirmekte kolay yollar sunacak "devrim" idi. Ben bu moda akımını zamanında es geçtim ama çevremde bolca bahsedenler ve "Sır" ı deneyenler olmuştu (o meşhur otopark deneyimi bende yaptım ve başarılı olmamıştım). 


Sanırım o yüzden meraklanıp kitabı okumadım, kişisel gelişim saçmalığına dahil olmak istemedim.
Aradan yıllar geçip PDF kitapları araştırırken yeniden karşıma çıktı. Hadi indireyeyim dedim, kaybedecek bir şeyim yok. "Sır" dedikleri o kadar da sıra dışı değildir, en azından çerez niyetine okurum dedim.

İndirdiğim onlarca kitap arasında tablette kaybolup gitti. "Kırmızı Pazartesi" yi bitirip PDF' leri tararken gözüme "Sır" takıldı. Cinayet muhabbetinden sonra bana biraz moral aşılayıp hafif bir şeyler arıyordum ve "Sır" uygun gibiydi.
İlk sayfalar akıp gitti ve satırların gereksiz yere uzun olması dışında rahatça okuyup "Sır" ın beklediğim gibi aslında bir sır olmadığını öğrendim. Herkesin ailesinden defalarca duyduğu ve haşır neşir olduğu şükretmek ve olumlu düşünmekmiş işin asıl sırrı. Hedeflerimizi bilinçli koymak ve ona göre yaşamak, olumsuzlukları uzak tutmak, düşüncelerimizi negatif akımlardan arındırmak ve kendimiz ile barışık olmak. Dilediklerimize gerçekten sahip olmayı istemek ve kafamızda şekillendirip gerçekleşmesi için bu inancı ayakta tutmak. Bu sizlere yabancı mı geliyor? O zaman mutlaka okuyun derim.
Gerekli bir kitap mı? Aslında evet. Bu unuttuklarımızı ve güncel hayatta hep en kötüsünü bekleyip pozitif düşüncelere yer vermemizi zihnimizden kaldırmamız için gerekli. Kendimizi mutlu etmeyi unuttuğumuz için,hedeflerimizi belirleyip oldu gözü ile bakmamız için okumayı tavsiye ederim. Yer yer yorucu olabilir, abartılı betimlemeleri de filtrelerseniz konunun aslına varıp bilinçli olarak düşüncelerinizi revize etmeye başlayacaksınız. Artık inanç meselesinden midir yoksa tesadüf mü (belki de gerçekten beyinimiz bu güce sahiptir) bilmiyorum ama ben şahsen otopark deneyimi dışında ufak tefek testler yapıp gerçekten dilediğim sonuçları aldım. Ve hala alıyorum.
Kitabı okumaya üşeniyorsanız YouTube' da Türkçe dublajlı röportajını da izleyebilirsiniz.



Puanım: 4/5

**Orhan Yeniaras - Zamanla Randevu**




A101' de ara ara indirime sunulan cep kitaplarını kelepir olarak temin etme fırsatı yakalıyorum. Bir ara epey bereketli alışverişler yaptım diyebilirim. Tanımadığım ve konusunu merak ettiğim eserler arasında Orhan Yeniaras' ın bu kitabı da bulunuyor. Çeşitli değerlendirmelerde

orta derece not aldığı için biraz da olsa ön yargılı olarak okumaya koyuldum.
İlk sayfalarda yapılan bariz mantık hatası beni irrite etmekle kalmayıp yazarın bu konuda özensiz davranmasının bir Tarih/Bilim Kurgu sentezi içeren konuyu baştan rezil etmeye planlanmış gibiydi. 
Yazar her şey çok basitmiş edası ile fizik kurallarını es geçerek direkt kurguya yönelmiştir. Karakterler de aynı şekilde basit ve iki boyutlu figüranlardan ibaret değildirler. Zamana geri dönüşünde esas yazarın ilgi alanı olan tarih bilgisi öne çıkınca eser daha enteresan hale geldi. Sonuç olarak çok da övünülecek bir şey bulamadım ama çok büyük beklentileriniz yoksa yoklukta gider bence. Yazarın diğer eserleri daha iyi olduklarını belirtenler oldu (misal: "Alamut Kalesi" ve "Sarı Gelin" ) umarım onlar okur kalbimi fetheder...

Puanım: 2/5







**Umberto Eco - Sıfır Sayı** 




Favori yazarlarım arasında yer alan rahmetli Umberto Eco' nun son eserini okumak ile gerçekten geç kaldım. Sıra dışı stili ile çoğu okuru yormaktan çekinmeyen yazar gerçek anlamda kendine layık okuyucu kitlesini bu şekilde oluşturuyor. En tanınmış kitapları destanları aratmayan kalınlıkta olup benim de sabırıma meydan okudu her sefer. Ama buna da her seferinde değdi. Eşsiz bilgisi ve tarihi birikimi ile genel kültürünüze büyük katkılarda bulunup yazılanları araştırmayı tetikler.
"Sıfır Sayı" yı geçmişteki eserler ile kıyaslarsak incecik yapısı ile ilk anda hayal kırıklığına uğratıyor. Ama kitabın kalınlığına aldanmayın, içeriği hiç de hafife alınacak cinsten değil. 
Üstad gazeteciliğin tüm çirkinliklerini, araştırmanın neleri gün yüzüne çıkarabileceğini ve nelere mal olabileceğini geçmişteki italyan ve dünya siyasetindeki kirli oyunları göz önüne sererek eserinde okuyucusu ile paylaşmıştır. Yanı sıra biz orta seviye tüketicinin bazı yayın organları tarafından ne kadar kolay ve basit şekilde yönetildiğini, haberlerin gerçeklik payının ne derece düşük ve okuyucunun hafızasının bir balıktan 5 dakika daha uzun olduğunu gayet net açıklıyor. Okurken kendinizi sorgulamaktan alıkoyamıyorsunuz:
Ben gerçekten bu kadar vurdumduymaz mıyım? 
Biz nasıl bu tiyatroyu her gün izleyip olduğu gibi kabul ediyoruz? 
O kadar kolay mı?
Tavsiyem okuyup siz karar verin...

Puanım: 5/5

Uzun zamandır inceleme yazmadığımın farkındayım. Aslında her okuduğum kitap ayrı bir incelemeyi hak ediyor. Zamanım kısıtlı olduğu için kısa özet geçip sizleri onlar ile tanıştırdım. Merakınızı gidermek için mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Hemfikir olmadığımız kitaplar hakkında sizin bakış açınızı ayrıca okumak bana zevk verir. Yorum bölümünde bizimle düşüncelerinizi paylaşırsanız memnun olurum...

Sevgiler <3


AKLIMDAN GEÇENLER: #İSTANBUL #VEZNECİLER


Sözün bittiği yerde kocaman bir uçurumdan
 başka birşey yok.
Ama bu yolun sonu olamaz, elbette bu bu da bitecek ve ilahi adalet
yapanların cezasını kat be kat verecek....

AKLIMDAN GEÇELER: Ramazan

Herkese merhaba,



bu yıl en sevdiğim aylardan Haziran'a denk geldi 12 ayın sultanı.

İtiraf etmem gerekir ki oruç tutanlar arasında beni göremezsiniz. Dindar sayılmam ve inancımı içimde taşıyıp bu şekilde yaşamayı tercih ediyorum. Kimsenin inancına laf etmem ve oruç tutan herkese saygı duyarım.

Bugün Ramazan ayının ilk günü ve İstanbul'da hava bir hayli sıcak ve bunaltıcı. İnsanların geneli halsiz ve bitkin halde günü atlatmaya çalışıyorlar. Maalesef sinirler de epey gergin ve kimsenin en ufak sıkıntıya tahammülü yok. Daha bir saat önce bir taksicinin tek yöne giren vatandaşın arabasına geçerken sıyırdığına tanıklık ettim.  Bahsettiğim vatandaş alman marka cipi ile daracık sokakta karşıdan gelen Taksi'nin uyarısına rağmen bulunan boşluğa girmeyip Taksi ile burun buruna gelene kadar ilerledi. Bolca söylenen Taksi şöförü milimetre hesabı manövralar ile yanından geçmeye çalışırken , Cip sahibi ile aynı hizaya gelince aralarında pek de hoş olmayan diyaloglar geçti.  Sinirleri tavan yapan taksi şöförü " Git işine be pe....!" deyip aniden gaza basarak Cip'i hafif sıyırarak ilerledi. Yolun tıkalı olduğu için birkaç metre sonra durmaya mecbur kaldı ve cip sahibi arabasından fırlayarak ağza alınmayacak laflar ile Taksiye doğru yürüdü. Etraftaki esnaf (tabiiki) koşa koşa gelip iki gergin arasındaki ortamı yumuşatmaya çalışmaya başladılar. Yapma etme abi, hepimiz oruçluyuz gerginiz günaha giriyorsunuz diye diye bolca küfürler eşliğinde sorun çözüldü nihayetinde.
Şimdi dersiniz ki bunda ne var, klasik İstanbul trafik senaryosu. Hele ki Ramazan' da zaten şaşırmaman gerekir, herkes oruçlu ne yaptığını bilmiyor. Kafalar allak bullak, neyse ki kan akıtmadan tatlıya bağlandı.
İşte bence asıl sorun burada. Oruç tutup belli bir felsefeyi benimsemen gerekmiyor mu?
Orucu sebep olarak gösterip daha da kavgacı, daha da terbiyesizleşmek mi gerek? Kendine hakim olmayı başaramayıp da işin kolayına kaçmak, üstüne üstün de tuttuğun orucu boşa çıkarmanın mantığını anlamayacak kadar safım doğrusu.
Bu bir imtihan ise yurdumun insanının büyük bir kısmı zaten ilk günden sınıfta kalmış durumda. Gelip de benim gibi oruç tutmayanlara kafir, dinsiz, imansız demeye kendine hak tanıyan bu şahıslar böyle davranışlar sergileyerek daha iyi müslüman mı oluyorlar?
Kimin kime taş atmaya hakkı var acaba?
Günah/ sevap hesapları yapmak hangimize düşmüş?
Ben en azından şeytana uydum deyip kendimi günahlarımdan arındırmak istemiyorum. Oruç tutmasam da kendi çapımda insanlık namına hayırımı yapıyorum belki, ne biliyorsun?
Yapmasam da sana ne?
Ateist veya başka inancı olan vatandaşa neden müdahale etmeyi vazifen olarak görüyorsun?
Sen önce kendince inançlarının gereğini yapmayı becer ve her fırsatta başkalarını seni yoldan çıkarıyor bahanesi ile suçlamayı bırak. Sanki iftar ve sahurda yemediklerini hergün açlık ve sefalet içinde geçiren birisi ile paylaşıyormuşsun gibi evliya edaları ile ortalıkta dolanma...
Bu yazım dindarları rencide etmek için yazılmadı. Dindar bir insan kendi dinini kendi için yaşar, toplum yada cemaate gösteriş yapmak için değil.
Benim yazım o dinci takıma. Ne olduğunuz ve neyin peşinde olduğunuz belli, kimse kimseyi o konuda aptal sanmasın. Birkaç saf ve iyi niyetli insanları kullanarak kendinize kul köle edip ceplerinizi dolduracağınıza, "öteki dünya" için yatırım yapın arada ki yatacağınız yeriniz olsun. Diğer tarafa götüreceğiniz tek şey bu olacak ve kimse arkanızdan sevap havale edemeyecek, bunu bilin bir kere.

Herkese iyi Ramazanlar...